Deneyim

Bir ilişkinin Z Raporu

Bu bir hesaplaşma yazısıdır; kendimle, ama en çok erkeklikle.

Bundan yaklaşık iki yıl önce bir dayanışma etkinliğinde, tanışıklığımın direniş günlerine dayandığı bir yoldaşımla karşılaştım. Farklı siyasetlerden oluşumuzun da etkisiyle, aradan geçen zamanda hiç karşılaşmamıştık. Değişen kentlere rağmen gelişen bu tesadüf ikimizi de mutlu etti. Ayaküstü kısa bir sohbetin ardından iletişim bilgilerimizi alarak ayrıldık birbirimizden. Üç gün sonra bir çay içmek için sözleştik. Ülke gündeminden devrimci kurumların gündemler karşısındaki konumlanışına; geçmişteki direniş deneyimimizden kişisel yaşantımıza birçok konuda sohbet ettik. İkimizin de yabancı hissettiği bir yerde, ortak anılarımızda buluşmuştuk.

Direniş sürecinde de sohbetinden müthiş keyif aldığım bu insan, bu kadar zaman sonra yine içimde farklı bir his yaratıyordu. Karnımda kelebekler uçuşmasa da, bir şeyler vardı hissediyordum. O dönem yeri ve zamanı olmadığını düşündüğümden, böylesi bir birlikteliğe olasılık vermediğimden hissettiklerimi görmezden gelmiştim. Direnişin kazanımla sonlandırıldığı o son günün hüznünü, hala dün gibi hatırlarım. Farklı ideolojik çizgilerde olsak da, belki bizleri en çok yakınlaştıran farklı bir yaşamın kurulabileceğine olan inancımızdı. Ve dayanışırken öyle güzeldik ki…

Görüşmelerimizin sıklaşmasıyla hislerim de yoğunlaşmaya başladı. Ve artık onun da benim kadar olmasa da içinde bir şeyler olduğunu hissediyordum. Nasıl mı? Kadınız, anlıyoruz işte. (Kendimi açıklama gayretine girerek detay vermiyor, bir dönemin “dertli ydk”lısına selamlarımı gönderiyorum. O zaman yazacaktım, ama filmin henüz sonu gelmemişti J ) Nihayetinde “Amaaaaan, bana dert olacağına ona dert olsun” diyerekten hissettiklerimi ona açmaya karar verdim. Ondan aldığım refleksi kendisi tanımlamalıydı ve ben de artık yoluma bakmalıydım.

Hiç olmadığı kadar gergin geçen görüşmemizin sonunda, içimdekileri paylaştım. Ölüm gibi bir sessizliğin ardından, bir ses bütün cüretiyle “Yiiaa, ben hiç öyle düşünmemiştim ki…” dedi. Nasıl yani, her şey yalan mıydı! Boğazım düğümlendi, ne diyeceğimi bilemedim. Konuşmakta zorlansam da, bu şartlar altında bir süre görüşmemenin daha sağlıklı olduğunu ifade ettim. O da benim gibi bir arkadaşı kaybetmek istemediğini, ama yine de benim bileceğimi söyledi. Hep böyle söylerlerdi zaten.

Yıkılmıştım. Bu da mı gol değildi! Bir zaman, kırılan gururumu toparlamakla uğraştım. Hayat devam ediyordu sonuçta, mücadele de öyle. Henüz devrim olmamıştı ve hala yapılacak çok şey vardı. Ve elbette, mücadele alanlarımız bizi yine bir araya getiriyordu. Tekrar görüşmeye başladık, ama “arkadaşça”. Bu kez, ondan bana karşı öncekinden daha da belirgin bir ilgi vardı. Bu ilginin açıkça arkadaşlık sınırını aştığı bir anda, müdahale ederek davranışlarının ne anlama geldiğini sordum. Beni hala arkadaş olarak gördüğünü söyleyerek yaptığı için özür diledi. Kahretsin yine yıkılmıştım! Ama bu kez o kadar kolay olmayacaktı. Son bir gayret “Sokaktaki erkekten farkınız özür dilemeniz. Devrimcisiniz ya ondan herhalde!” diyebildim.

Ne istediğini bilmeyen, bilse de ifade etmeyen; -birçok “devrimci” erkek gibi- erkekliğini devrimciliğinin arkasına gizleyen bir erkekle karşı karşıyaydım. Duygusal/cinsel bir ilişki yaşamak istese de; adını koyarak sorumluluk almak istemiyor, kimsenin haberi olmaksızın gelişi güzel yaşansın istiyordu. Böylesi daha kolay oluyordu çünkü. Ne yaşansa iki kişi arasında ya da yatak odasında kalabilirdi. İstediği zaman gidip, istediği zaman gelebilir; istediği zaman vazgeçip, “Yanlış anlamışsın” diyebilirdi. Kimseye hesap vermek zorunda kalmazdı böylece. Arkasında, yaşadığı “hayali ilişki” ile kendisine bağladığı, ayrılığın ardından özgüvenini paramparça ettiği, üzerinden erkekliğini güçlendirdiği bir kadın bırakabilirdi.

Daha önce bir “devrimci” erkeğin değişim-dönüşümü uğruna yeterince kendimden vermiştim. Doğrusu bir tanesiyle daha uğraşacak takatim yoktu. Ayrıca hepsini biz mi değiştirecektik? Devrimcilik iddiasında bulunurken, zaaflarla hesaplaşırken, farz-ı misal küçük burjuva yönleri masaya yatırıp tartışırken; erkeklikleri hiç mi çarpmıyordu gözlerine? Devrimciliğin önce kendi iktidarıyla hesaplaşmakla başlayacağını, erkeklikle hesaplaşmanın bir erkeğin devrimciliğinin turnusol kâğıdı olduğunu göremiyorlar mıydı? Pekâlâ görüyorlardı. Ama her iktidar gibi, erkeklerin de sahip oldukları gücü kendiliğinden kaybetmeye niyetleri yoktu.

 

Yine mi kır düğünü hikayesi!

Bu düşüncelere yoğunlaştığım sıralarda, görüşme isteği bu kez ondan geldi. Belli pişmanlık nüveleri barındıran bir konuşmanın ardından yeniden görüşmeye başladık. Bu kez daha temkinliydim, ama yine de yaşayarak görmek istiyordum. Okuduğumuz dergi/gazeteleri birbirimize tavsiye ediyor; üzerine tartışmalar yürütüyorduk. Kimi zaman tartışmalar hararetleniyor, kimi zaman sorun devrimci dayanışma ile tatlıya bağlanıyordu. Mücadele deneyimi benden daha eskiye dayansa da, hele ki iktidar tartışmalarında altta kalmaya niyetim yoktu. Bu çekişmenin de yarattığı araştırma isteğiyle, kendimi en çok geliştirdiğim zamanlardı sanırım. Yaşamlarımızdaki yoğunluktan ayırdığımız zamanlar çok değerliydi ve yaşadığım şehrin sokakları hiç bu kadar güzel gelmemişti.

Düşünsel, duygusal ve cinsel açıdan tatmin edici bulduğumuz ilişkimizin, niteliği üzerine de sıkça tartışıyorduk. Benim açımdan ilişkim yaşamımın, mücadelemin bir parçasıydı. Hissettiklerim de, mücadelenin bizi bir araya getirdiği bir anda başlamıştı zaten. Ben ne kadar “devrimcileşirsem”, ilişkim de o denli “devrimcileşecekti.” Birbirine engel olmaktan çok birbirini besleyecek güzel duygulardı bunlar. Elbette ki bu ilişkinin yarattığı çelişkileri de görmüyor değildim. Ama tıpkı diğer çelişkiler gibi, bu da yaşadıkça çözülebilirdi ancak, kaçarak ya da yok sayarak değil. Durum benim açımdan netti.

Fakat onun açısından böyle değildi. Sürekli olarak devrimciliği ile bu ilişkiyi karşı karşıya getiriyor ve bir tercih yapma zorunluluğu hissediyordu. “Bana farklı bir yaşam vaat edemezdi!(farklı bir yaşam istemiyordum ki!). Kendisini bekleyen büyük görevler vardı! Kuşkusuz bir erkek olarak devrim mücadelesindeki yeri, benimle kıyaslanamazdı! Yaşamdaki duruşumuzun benzer olduğunu, bu ilişkinin de koşullar izin verdiği sürece devam edebileceğini, sonrasında bir gün yollarımızın doğallığında ayrılabileceğini ifade etsem de, kafasındaki sorular çözüme kavuşmuyordu. Halbukisi ondan kır düğünü istemediğimi de söylemiştim. İkna olmamıştı demekti.

Bir gün, bir anda telefonlarıma cevap vermemeye başladı. İlk birkaç gün yürüttüğü çalışmanın yoğunluğundan olduğunu düşündüm. Hiçbir zaman ısrarcı olmamıştım, uygun olunca dönerdi nasılsa. Daha önce de ulaşamadığım zamanlar olmuştu. Fakat dönmedi. Cevapsız aramalar ve açtığında verdiği kısa, geçiştirmelik cevaplarla geçen iki haftanın sonunda nihayetinde görüşebildik. Bu görüşme de benim zorlamamla gerçekleşmişti. Herhangi bir açıklama yapmaya niyeti olmadığını anladığımda, kızgınlığımı ifade ederek görüşmeyi sonlandırdım.

Öfkemin azalmasıyla 2-3 hafta sonra, artık konuşmamız gerektiğini düşünerek aramaya karar verdim. Aradığımda telefonu kapalıydı. Aralıklarla aramama rağmen telefonu hiç açılmadı. Karşılaşma ihtimalimiz olan mekânlara defalarca gitmeme rağmen, hiç kimseyi bulamadım. Böyle böyle yaşayıp yaşamadığından bile emin olamadığım ölüm gibi iki ay geçirdim. Bir yere gidecek olsa haber verirdi herhalde. Tutuklansa da haberi gelirdi. Ne olmuştu da böyle hiçbir şey söylemeden çekip gitmişti. Her ihtimali geçiriyordum zihnimin eleğinden. Haksızlık mı yapıyordum acaba, belki de böyle “gerekmişti”.

Bir yandan bu yükün altında ezilmeden durmaya çalışırken, diğer yandan işime ve faaliyete devam ediyordum. Devam eden savaş ikliminde öyle çok acı vardı ki yaşanan, benim hissettiklerim hafif kalıyordu. Ama yine de ikisi için birden acı çekebiliyordum. Kimseye fark ettirmemeye çalışsam da, hissedilir bir değişiklik vardı. Çalışmalarımda verim düşmüş, yaşama enerjim ve sorunlarla baş etme gücüm azalmıştı. Yine günlerden bir gün, “Belki açmıştır telefonu!” diye kendimle dalga geçtiğim bir sırada, aradığım hat bu kez açıktı. İlk telaşla hemen kapattım, sonra bir cesaret yeniden aradım. Aramam meşgule atılınca ölmediğini anladım. Meşgule atabildiğine göre arayabilirdi muhtemelen. O gün, şimdiye kadar yaşadığım acının tarifsiz bir biçimde hafiflediğini hissettim.

Sonrasında tesadüfî bir sohbet sırasında farklı bir şehre geçtiğini öğrendiğim “ilişkimsi”mi artık beklememeye karar verdim. Birçok kişiyle hala görüştüğüne göre, istese beni de arayabilirdi, demek ki istememişti. Bir süre sonra geldiğini ve görüşmek istediğini söylediğinde tereddütsüz kabul ettim. Gördüğümde hala öfke ve kırgınlık doluydu içim. “Neden haber vermedin?” diye sorabildim sadece. “Korktum” dedi, “Gittikçe bağlanıyordum”. Ne kadar da kolay söyledi. Hala öyle yoğundu ki hislerim, o gün hiçbir şey söyleyemedim. Birlikte geçirdiğimiz gecenin ardından, bir daha istesek de görüşemeyeceğimizi söyleyerek gitti. Ve onu bir daha görmedim.

Bitirmeye dahi cesareti olmadığı bir ilişkiye başlamış ve hiçbir şey söylemeden çekip gitmişti. Telefonlarıma cevap vermeyerek, görüşmek istediğimde görüşmeyerek, bana bir açıklama yapmaya gerek dahi duymadan kendince bitirmişti işte! Karşılıklı tartışarak ortak karar almak bir yana, aldığı kararı bir kadına söyleyemeyecek kadar erkekti. Aylarca habersiz bıraktığı bir kadının karşısına çıkıp yaptığının hesabını veremeyecek kadar erkekti. Konuşsa bu hesabın altında kalacak ve sırtını dayadığı erkekliği tuzla buz olacaktı. Yüzleşmektense kaçmak daha kolay geldi. Halkımız boşuna “Erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır” dememişti.

İstediği gibi yaşadığı bir ilişkiyi istediği gibi bitirmişti. Nasılsa aramaz sormaz, üstelemezdim. Sonuçta işin ucunda böyle ayrılmak da vardı ve ben bunu bilerek başlamıştım. O da her erkek gibi, geride bir kadının enkazını bırakmak istedi. “Sıradan” bir ilişkide, erkekten haber alamayan bir kadın çok çok terk edildiğini düşünecekti. Şimdi ise ardında bitirdiği ama aslında hiç bitirmediği, ipleri bir türlü koparmadığı bir ilişkide, kendisini bekleyen bir kadın bırakmış oldu. “Sıradan” erkeklerden tek farkı, devrimciliğinin avantajlarını kullanabilmesi olmuştu.

Aradan nerdeyse iki yıl geçtikten sonra, geçen hafta yine geldi ve görüşmek istediğini söyledi. Yine tereddütsüz bir biçimde kabul ettim. Söylenmeyen o kadar çok şey vardı ki… Ama bu kadar zaman sonra ne anlam ifade ederdi ki? Hissettiklerim de eskisi gibi değildi. Görüştük ve konuşup konuşmama arasındaki kararsızlıkla geçirdiğim akşamın sonunda, tam ayrılırken hatta durakta konuşmaya karar verdim. Önce açıklamasını sordum. Farklı bir şey söylemedi, anlaşılan pek üzerine düşünmemişti.

Ve anlatmaya başladım. Ama öyle husumetle falan değil, sırf “devrimciyim” dediğinde bir kez daha düşünsün diye. Sırf içimdekileri bilsin diye, öylesine… Kimi zaman gülerek, kimi zaman öfkeyle, kimi zaman dalga geçerek. Ben konuştukta değişen yüzünü, ayrılırken yüzünde gördüğüm o utancı hiç unutmuyorum. Önce kendimle, sonra beni öldürmeyip güçlendiren o erkeklikle hesaplaştım. Ve “Tamam” dedim, “Artık gidebilirsin”.

Bıraktığı enkazdan yeni bir kadın yaratmıştım. Bu “ilişkimsi”yi çevremdeki güzel kadınlara açtığım, paylaştığım,  benzer deneyimlerimiz üzerine tartıştığım gün yeni bir kadın yarattım. Evet, o kadını ben doğurdum, kendi ellerimle büyüttüm o kadını. Öğrendiğim her şeyi ona da öğrettim. Ve öyle güzel büyüyor ki, bi görseniz…

İlan ediyorum: bu yazı özel alanımın politikasıdır! Ama bunları yalnız ben yaşamıyorum biliyorum. Yalnız değilim biliyorum. Hiçbirimiz yalnız değiliz! Bu çok devrimci (!) erkeklik karşısında hiçbirimiz yalnız değiliz! Ve sizler, kırdığınız bütün kalplerin hesabını vereceksiniz!

Bir ilişkinin Z Raporunu dinlediniz.

 

Kendi derdine derman bir YDK’lı

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu